“BUGÜN HERKES ATATÜRKÇÜ (!)”


"…Ben her şey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı…Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim uğruma canını vermeye hazır olmasaydı ben hiçbir şey yapamazdım.” [1]
M.Kemal Atatürk
Bugün 10 Kasım… Bugün herkes Atatürkçü (!) memleketimde. İktidara karşı muhalif olup Irkçılık yapan da Atatürkçüyüm diyor, liberal görüşe sahip olan da sosyal demokrat da. Çünkü herkes kendi Atatürk’ünü yaratıyor zihninde ve ona inanıyor hatta onu yetiştirip bugüne uyarlıyor ve “Bugün Atatürk olsaydı şöyle derdi, O da böyle düşünürdü” diye önermelerde bile bulunabiliyor hızını alamayarak. “Bir kısım” siyasi tarafından Atatürk’e artık iyice yabancılaştırılmaya, zihinlerindeki Atatürk’ün itinayla silinmeye çalışıldığı çocuklar ve gençler ise bir çelişkiye düşüyor şüphesiz: “Hangi Atatürk? ya da hangisi Atatürk?”.

Çocukluk yıllarımızdan beri gerek okulda gerekse de diğer ortamlarda bir Atatürk imajı çizildi zihnimizde, itinayla…Bize ezberletilen Atatürk; ağlamayan, gülmeyen, yenilmeyen bir doğaüstü bir varlıktı sanki. Ne yalan söyleyeyim ilk okul yıllarımda şahsen ben Atatürk’ü o dönemin ünlü çizgifilm karakteri Voltran ile özdeşleştirmiştim. Tüm savaşları tek başına kazandığını, tüm devrimleri tek başına tasarlayıp uygulamaya koyduğunu düşünmüş O’nu diğer sınıf arkadaşlarım gibi insanüstü bir varlık olarak görmüştüm. Oysa daha 1906 yılında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selânik Şubesi’ni kurarken “Arkadaşlar!, gerçi bizden önce birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı olamadılar. Çünkü işe teşkîlâtsız başladılar. Bu kuracağımız teşkîlât ile bir gün mutlaka ve elbette başarılı olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız.”[2] diyen Atatürk değil miydi? Siyasal bilgiler fakültesinde öğrenciyken arkadaş ortamında memleklet meselelerini hararetle tartışırken verdiğim Atatük örnekleri karşısında aldığım tepki hep aynı olmuştu; “Ama o Atatürk’tü, biz yapamayız bunu” Anlaşılan bir nesil boyunca hatta nesiller boyunca oluşturulan Atatürk imajı sonunda meyvelerini vermiş ve pasif, kendine ve çevresindekilere güveni olmayan duyarsız bir “tebaa”yı yeniden küllerinden doğurmuştu. Son olarak ise askerlik hizmetim sırasında tugayın bahçesinde gördüğüm “Atatürk en büyük insandır” sözünün yazılı olduğu tabela bu “tebaa”nın tabutuna çakılan son çivi oldu bana göre. Bu tabutu ortadan zevkle kaldırmaya çalışmak da bugünkü “bir kısım” siyasetçilere nasip oldu şüphesiz…

Söyleyebileceğim şu ki Atatürk bu aktardıklarımdan hiçbiri değil aslında. Onunla ilgili birinci ağızdan aktarılan anıları okuduğunuzda tüm düşünceleri ve tüm eylemleri belli bir genel stratejik plan içerisinde şekillenmiş ve tarihi gelişim içerisinde seyretmiş, fırsatları çok iyi değerlendiren pragmatist yapısını farkediyorsunuz ister istemez. Bu genel duruş belli şartlarda ve dönemlerde belli üslüplara bürünmesini ve belli sözleri sarfetmesini beraberinde getirmiştir. Değişmeyen ve sabit kalan ülküsü ise “halk egemenliği” ve “özgürlük” olmuştur denebilir. Yine kendi sözleriyle aktaracak olursak:  “…Ben basit bir adamım, yani ben düşündüklerimi önce milletimin arzusunda, ihtiyaç ve iradesinde görmeyi şart sayan ve bunu gördükten sonra ancak, uygulama ile kendimi yükümlü bulan bir adamım.”[3] Ayrıca, “Cumhuriyeti ve demokrasiyi kurma fikri ve tüm devrimler ta başından beri benim aklımdaydı ancak zamanı geldikçe ve ortam müsade ettikçe her devrimi ve aşamayı adım adım tatbik ettim. Bu yola çıkarken başta benim yanımda olan arkadaşlarım daha önceden belirlemiş olduğum bu aşamalarda ilerledikçe kendi akıl ve zekalarının yettiği noktaya kadar benimle birlikte oldular ve sonra birer birer yanımdam ayrıldılar.” tarzında bir konuşma yapan da yine Atatürk’tür.

Bunlarla birlikte unutmamak gerekir ki 29 ekim 1923 ne Osmanlı açısından mutlak bir son ne de Türkiye Cumhuriyeti açısından mutlak bir başlangıçtır. Prof.Dr. İlber ORTAYLI’nın deyimiyle Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun rejim değiştirmiş halinden başka bir şey değildir. Zira 89 yıllık Cumhuriyetimizin ve bir devletin en temel üç kurumu olan Yargıtay'ın (hukuk) 145. yılını, Genel Kurmay Başkanlığı'nın (ordu) 137. yılını ve de Hazine Müsteşarlığı'nın (maliye) 150. yılını kutluyor olması başka türlü açıklanamaz kanımca.

“Peki, Atatürk diktatör müydü?” sorusu sıklıkla akla gelen ve dönem dönem de Türkiye’nin gündemine oturan bir tartışmadır. Bu noktada duygusal davranmanın ötesinde iki anektodu sizinle paylaşmak isterim, yorumu yine size bırakıyorum. Bugüne kadar yaptığım okumalarda diktatöryal bir davranış diyebileceğim iki an tespit ettim. Birincisi süresi uzatılmayan Başkomutanlık kanunu için meclis kürsüsünden “Bırakmadım, bırakmıyorum ve bırakmayacağım” sözleriyle biten konuşması. İkincisi ve daha sert olanı da saltanatın kaldırıldığı gün meclis karma komisyonundaki uzayan tartışmalardan sonra söz alıp masanın üzerine çıkarak yaptığı “…Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” sözleri ile biten meşhur konuşmadır. Bunun dışında diktatörlük ile ilgili olarak bir halk toplantısında bir gençten gelen Paşam, Senin için diktatör diyorlar. Ne dersin?” sorusuna bakın Atatürk ne cevap vermiş: “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın”[4] Diğer bir sözü de çağdaşı olan devlet liderleri Hitler ve Mussolini hakkındaki, “Ben ne yaptım, onlar ne yaptı” Son olarak da “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğum olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben, zoraki ve insafsızca hareket etmek istemem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdiren kimsedir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”[5] sözlerini sizinle paylaşmak isterim. Türban tartışmalarının gündemden inmediği günümüz Türkiye’sinde konuya ilgi duyanları ise diktatör denen Atatürk’ün şapkayı halkına tanıttığı meşhur Kastamonu gezisinden dönerken heyecana kapılan ve kılık kıyafet kanununu yani şapka giymeyi belli ölçüde mecbur bırakan bir kanunu meclisten geçiren milletvekillerine karşı, “Bu iş yasakla, kanunla olmaz” sözlerini sarfettiği ilginç ve pek de “bilinmeyen” konuşmasını okumaya davet ediyorum. Bunların yanında kendisine “Sanki ihtiyacınız varmış gibi, herkesin fikrini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki maksat nedir? Size ne faydası olabilir yani…” şeklindeki bir telkine karşı Atatürk, “Ne düşündüklerini anlamaya çalıştığım kimselerin fikirleri benimki ile aynı ise ala… Fikrim daha çok kuvvet kazanmış olur. Yok, eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel. Fena mı, ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum. Kendimi her iki halde kazançlı addediyorum.”[6] demiştir.



 

Son bir söz de bize ağlayan, gülen, espiri yapan, üzülen, heyecanlanan ve de zaman zaman çaresizliğe düşen yani insan olan Atatürk’ü gizleyenlere. Belki bunu iyi niyetle yaptınız ama bizim Atatürk’ü tanımamıza onu anlamamıza engel oldunuz ve O’nu bizden uzaklaştırdınız hem madden hem de manen. İstemeyerek de olsa bugünkü “bir kısım” siyasilerin de ekmeğine yağ sürdünüz bir açıdan.

En zor dönemlerde dahi orduyu siyasetten uzak tutan Atatürk bugüne kadar yaşadığımız askeri darbeler hakkında ne düşünürdü acaba? Peki kütüphanecisinin söylediğine göre okuduğu 5000’e yakın kitap arasında en çok önem verdikleri hangileriydi? Annesinin “mütevazi” mezarlık tasarımını fazla görkemli bulup yanındaki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterine, “Dağdan iki büyük ve uzun taş getirirsin. Birini olduğu gibi temel üzerine tespit ettirir diğerini de baş tarafa diktirirsin. Ve yerini biraz düzelterek: 'Atatürk'ün anası Zübeyde Hanım burada gömülüdür' diye yazdırırsın. Altına da ölüm tarihini koydurursun”[7] diyen Atatürk bugün her şehirde adına yapılan caddeleri, parkları, stadları ve son olarak da Anıtkabiri görse neler söylerdi acaba?

Peki bugün talimatıyla yaptırdığı camilere VIP salonu koyduran, ticaret yapmadan yaşayamayan, çoluğu çocuğu da gemicikler alıp yine ticarete atılan, israfın ve lüksün dibine vurmuş, uçağını beğenmeyip değiştiren,  kendine Dolmabahçe sarayını kankasına da Yıldız sarayını layık gören, yetmedi deyip ormanları katlederek kendine yeni saraylar yaptıran, hocalarının FBI ile olan işbirlikçiliği de resmi websitelerinden bile ilân edilen “bir kısım” siyasileri görseydi neler söylerdi…

“Kaldırın benim resimlerimi, dağıtın bu adamlarınkini okula yeni başlayan çocuklara da görsünler, tanısınlar bu rezilleri…” der miydi acaba?

Yorum sizin…

A.Gökhan RAKICI
   10 Kasım 2012               



[1] Kemal Arıburnu, "Atatürk'ten Hatıralar", İnkılap Kitapevi, İstanbul, s.113
[2] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, www.atam.gov.tr
[3] Ahmet Cevdet EMRE, “İki Neslin Tarihi”, 1960, s.339-340. Aktaran Kemal ARIBURNU, “Atatürk’ten Hatıralar”, s.233
[4] Kemal Arıburnu, “Atatürk’ten Anılar”, İnkılap kitabevi, İstanbul, s.46. Bildiren: Vedat Nedim Tör
[5] Kemal Arıburnu, a.g.e., s.56. aktaran Glayds Baker
[6] Celal Bayar, “ Atatürk’ten Hatıralar”, Sel yayınları, 1955, s.109
[7] Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar”, YKY Yayınları

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"SİYASAL TEMSİL ve DEMOKRASİ"

"...VE TANRI KADINI YARATTI"

"METROBÜSTE "RAHAT" YOLCULUK İÇİN 7 TEMEL İPUCU :)"