"HERKESİN ATA'SI KENDİNE"

"Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar."[1]
M.Kemal ATATÜRK

“…Ben her şey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı…Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim uğruma canını vermeye hazır olmasaydı ben hiçbir şey yapamazdım.”[2]
M.Kemal ATATÜRK


Nereden başlasam bilemiyorum...Atatürk’ün kendisine “Atam!” diye hitap edenlere kızarak, “İsmimi böyle bölerek kullanacaklarını bilseydim bu ismi kabul etmezdim” demesinden mi başlasam yoksa, “Büyük Atatürk!”, “Ulu önder!” sözlerine karşılık olarak, “Sizi, adımın önüne böyle riyakar sözler koymaktan men ederim!” diyerek çıkışmasından mı bahsetsem bilemiyorum...

Ünlülerin televizyon röportajları sırasında, “Montaj kurbanı oldum” serzenişleri Atatürk’ün uğradığı montoj çarpıtmaları yanında komik kalır herhalde. Atatürk’ün sözlerine olan kronoloji dışı (anakronik) yaklaşımın ötesinde ağzından çıkanların sarf edildiği yer ve ortam şartları (siyasi konjonktür) göz ardı edilerek yani adeta köklerinden koparılarak sunulması ona yapabileceğimiz en büyük kötülüktür kanımca. Bu durumun önemini Atatürk’ün kendi sözleriyle ifade edecek olursak: “Benim prensibim, her olayı kendi kanunları içinde incelemektir.”[3]

Düşüncelerini Atatürk’e dayandırarak meşrulaştırma arayışları ülkemizde sıklıkla karşılaştığımız bir durum hatta bu uğurda Atatürk’ün ağzından çıkanları kesip biçenlere dahi şahit oluyor insan. Nasıl mı?. Gelin Atatürk’ün “Beni Türk doktorlarına emanet ediniz” sözünü bir inceleyelim isterseniz. Bu konuşma Atatürk’ün hastalığına siroz teşhisi konmasından sonra kendisine “yurtdışından bir doktor getirelim isterseniz” teklifi üzerine yapılmıştır. Konuşmanın tamamı ise şöyle: “Şimdi ortada Hatay meselesi vardır. Hastalığım yurtdışında duyulursa bu hiç iyi olmaz o yüzden siz beni Türk doktorlarına emanet ediniz.” Yorum sizin…
Öte yandan Atatürk’ün “Türklük” üzerine söylediği “Türkiye Türklerindir.(1921)” benzeri birçok sözünü kendilerine slogan edenler, bildirgelerine, tüzüklerine hatta duvarlarına Atatürk resimleriyle beraber asanlar acaba Atatürk’ün şu sözünden ne kadar haberdardırlar. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir.(1937)” Peki ya Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne sembol olarak önerilen Bozkurt amblemi için : “Masalları bırakınız, her şeyin kaynağı insan zekasıdır. Siz bana bir zeka sembolü arayınız.” [4] dediğini biliyorlar mı?

Bir başka örnek Atatürk’ün Batı ve özellikle de Avrupa hakkında söyledikleri üzerindeki çarpıtmalardan: Savaş yıllarında Batı ve Avrupa aleyhine haklı olarak sarf edilen sözleri genel bir dış politika yaklaşımıymış gibi Atatürk’ün ağzından yıllarca sonrasına hatta bugüne taşıyanlar Atatürk’ün kendi içerisinde olmayan bir tutarsızlığı da malesef ona bahşetmiş oluyorlar. O’nun ağzından dinleyecek olursak: "Efendiler, Bir şeyin zararıyla bir şeyin imhası ile yükselen şeyler bittabii o şeyden zarara uğrayanı alçaltır. Hakikaten Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlana durmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki; Hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleri ile, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.(6 Mart 1922)" Atatürk bu sözleri henüz batılı bir yönetim şekli olan cumhuriyeti ilan etmeden önce ve meclise hitaben sarfetmiştir. Gelin bir de 29 Ekim 1923 tarihinde yine Atatürk’ün bir Fransız gazeteciye söylediklerine kulak verelim: “…Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmalarımız Türkiye’de çağdaş, bu sebeple batılı bir hükümet oluşturmaktır. Uygarlığa gitmek arzu edip de, batıya yönelmemiş millet hangidisidir ?”[5] Eğer böyle olmasaydı biz tüm Batılı Atatürk devrimlerini alıntı yaptığım ilk sözlerle nasıl açıklardık; uzunluk ölçüsünden tarih ve zaman birimine, soyadı kanunundan, şapka devrimine kadar hatta hristiyanların dini tatilini dahi kabul edecek kadar yaşanan devrimleri nasıl anlamlı hale getirirdik. Bunun da ötesinde sizinle Atatürk’ün bu defa 1919 yılında Ankara’da yaptığı bir konuşmadan yine Batı ile ilgili şu “ironik” kısmı paylaşmak isterim: “…Milletimize bu iftirada bulunarak bize karşı gelenler, adaletli olsunlar da dünyanın en büyük ve medenî milleti olduğunu söyleyenlerin İslâm dinini resmî şekilde tanımayan, Müslümanları Pazar gününü tatil günü saymaya ve kutlu şekilde tanımaya zorlayan ve Müslümanların özel günü olan Cuma gününü resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar.”[6]

Başka bir örnek de saltanat ve hilafet ile ilgili olsun. Bakalım Atatürk Erzurum Kongresi’ni açarken neler söylemiş : “En son olarak isteğim şudur ki, istekleri gerçekleştiren Yüce Allah, Sevgili Peygamberi hürmetine bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu Diyanet-i Celile-i Ahmediye’nin (Hazret-i Muhammed’in Yüce Dini) kıyamet gününe kadar sadık koruyucusu olan soylu milletimize, Saltanat makamını ve yüce hilâfeti, sağlam ve kutsal değerlerimizi düşünmekle sorumlu olan heyetimize başarılar buyursun!.... Amin.”[7]

Aynı Atatürk hilafetin kaldırılmasından 2 sene önce 1 Mart 1922 tarihinde Meclise hitaben: “Efendiler! İstanbul, büyük Peygamberimizin özel ilgi gösterdiği, Eba Eyyüb El-Ensarî Hâlid’in (Eyüp Sultan) on dört yüzyıldan beri mezarının bulunduğu ve manevî gözetimi altında tuttuğu bir şehirdir. Beş yüzyıl boyunca Türkiye’nin başkenti olmuş bir şehirdir. (Yine olacaktır sesleri). Milletimiz bu gönül alan şehirde beş yüzyıl yüce hilâfet makamını korumaktadır. İstanbul şehri, milletimizin sonsuz çalışma özverisi sonucu olarak elde edilen Allah’ın bir hediyesidir. Doğrusu milletimizin maddî ve manevî varlığını yücelten anıtlar ve kuruluşlar ve medeniyet eserleri İstanbul’da yoğunlaşmıştır.”[8]

Saltanat ve hilafeti ortadan kaldırmış birine ait bu sözler söylendiği zaman, yer ve ortam şartları çerçevesinde değerlendirilmezse Atatürk ile ilgili olarak içine düşeceğimiz anlamsal boşluğun ve derin çelişkinin takdirini sizlere bırakıyorum.

Filmi biraz daha ileriye sarıp Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nin açılışındaki söylevini(19 Şubat 1923) okuduğumuzda ise karşımızda iliklerine kadar Osmanlı düşmanı kesilmiş bir insanı görürüz. Halbuki tarihsel olarak Lozan Konferansı’nın sekteye uğradığı bir döneme denk gelen bu konuşma kanımca hem Batıya bir mesaj hem de temelleri atılmaya başlanmış yeni devleti yani Türkiye Cumhuriyeti’ni meşrulaştırma ve eskiyi unutturma çabası ile yapılmış bir konuşmadır.

Alın size bir çarpıtma fırsatı daha: Yine Atatürk cidden nefret beslediği onu sürgüne gönderen, zindanlara kapattıran II. Abdülhamit ile ilgili olarak “Onun dağılmakta olan bir imparatorluk içerisinde uyguladığı istibdat (baskı) azdı bile” diyecek kadar objektif olabilmiştir. Bu sözleri farklı bir amaçla sunmak isteyen birisi: "Atatürk II.Abdülhamit’i ve yaptıklarını takdir ediyordu." diyecek hakkı kendisinde pekala görebilir.

Bir örnek de Türkiye Komünist Partisi ile ilgili olsun. Kurtuluş Savaşı yıllarında Bolşevik Rusya’nın yardımına ihtiyaç duyan Atatürk 1921 yılında kendi emriyle Komünist Fırka’yı kurmuş ve daha sonra da yine kendi emriyle kapattırmıştır. Dikkatle incelendiğinde o döneme ait Atatürk’ün söylevlerinde kullanılan jargonun dahi farklı olduğu görülecektir. “Yoldaşlar” ile başlayan ve sosyalizmin “yüce” ülküsünden bahseden konuşmalar, telgraf ve bildiriler bizzat Atatürk’ün ağzından çıkmıştır. Bu noktada Atatürk’ün aslında komünist olduğunu iddia eden herhangi biri hiçbir eklemeye ihtiyaç duymadan Atatürk’ün o dönemki konuşmalarından bir bildirge hazırlayacak olsa ben dahil bu konuda birçok kişiyi rahatlıkla ikna edebileceğini söyleyebilirim.

Son bir örnek de Türk Ocaklarına dair olsun. 1931 yılına kadar Türk Ocakları’nın varlığının, kıymetinin ve işlevinin önemine dair her fırsatta ve ortamda vurgular yapan Atatürk 1931 yılında “Ne demek Türkiye’de Türk Ocağı. Bunu duyan diğer etnik kökenden insanlar rahatsız olup kendi örgütlenmelerine yönelmezler mi ?” tarzında bir gerekçeyle Türk Ocaklarını kapattırmıştır.

Bunun gibi birçok örnek daha bulunabilir. Eminim sizin de aklınıza gelen bu tür durumlar vardır. Demek istediğim o ki: Atatürk ile ilgili kafamızdaki cevaplardan yola çıkacak olursak ulaşacağımız nokta kendimizi haklı çıkarmak ve kendi Atatürk’ümüzü yaratmak olacaktır. “Ee ne güzel canım Atatürk de benim gibi düşünüyormuş işte” demenin neresi kötü ki diyenlerden değilseniz sizden ricam zihninizdeki Atatürk ile ilgili olan peşin hükümlü cevaplardan çok sorulardan yola çıkın. Sorularla çıktığınız yolda ulaşacağınız Atatürk cevabı belki sizi tatmin etmeyecek hatta mutsuz edecek ama tarafsız olabilmek adına çok önemli bir şey yapmış olacaksınız, zaten Atatürkçü birine yakışanı da budur açıkçası.

Ama neyse ki, herkes Atatürkçü memleketimde. Irkçılık yapan da Atatürkçüyüm diyor, liberal görüşe sahip olan da sosyal demokrat da. Çünkü herkes kendi Atatürk’ünü yaratıyor zihninde ve ona inanıyor hatta onu yetiştirip bugüne uyarlıyor ve “Bugün Atatürk olsaydı şöyle derdi, O da böyle düşünürdü” diye önermelerde bile bulunabiliyor hızını alamayarak. Konuya yabancı olan biz gençlerin ise zihninde bir soru calkalanıyor “Hangi Atatürk ya da hangisi Atatürk”. Çocukluk yıllarımızdan beri gerek okulda gerekse de diğer ortamlarda bir Atatürk imajı çizildi zihnimizde, itinayla…Bize ezberletilen Atatürk; ağlamayan, gülmeyen, yenilmeyen doğaüstü bir varlıktı sanki. Ne yalan söyleyeyim ilk okul yıllarımda şahsen ben Atatürk’ü o dönemin ünlü çizgifilm karakteri Voltran ile özdeşleştirmiştim. Tüm savaşları tek başına kazandığını, tüm devrimleri tek başına tasarlayıp uygulamaya koyduğunu düşünmüş O’nu diğer sınıf arkadaşlarım gibi insanüstü bir varlık olarak görmüştüm. Oysa daha 1906 yılında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selânik Şubesi’ni kurarken “Arkadaşlar!, gerçi bizden önce birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı olamadılar. Çünkü işe teşkîlâtsız başladılar. Bu kuracağımız teşkîlât ile bir gün mutlaka ve elbette başarılı olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız.”[9] diyen Atatürk değil miydi? Siyasal bilgiler fakültesinde öğrenciyken arkadaş ortamında memleklet meselelerini hararetle tartışırken verdiğim Atatük örnekleri karşısında aldığım tepki hep aynı olmuştu; “Ama o Atatürk’tü, biz yapamayız bunu” Anlaşılan bir nesil boyunca hatta nesiller boyunca oluşturulan Atatürk imajı sonunda meyvelerini vermiş ve pasif, kendine ve çevresindekilere güveni olmayan duyarsız bir “tebaa”yı yeniden küllerinden doğurmuştu. Son olarak ise askerlik hizmetim sırasında tugayın bahçesinde gördüğüm “Atatürk en büyük insandır” sözünün yazılı olduğu tabela bu “tebaa”nın tabutuna çakılan son çivi oldu bana göre.
Söyleyebileceğim şu ki Atatürk bu anlattıklarımdan hiçbiri değil aslında. O’nun ile ilgili birinci ağızdan aktarılan anıları okuduğunuzda tüm düşünceleri ve tüm eylemleri belli bir genel stratejik plan içerisinde şekillenmiş ve tarihi gelişim içerisinde seyretmiş, fırsatları çok iyi değerlendiren pragmatist yapısını farkediyorsunuz ister istemez. Bu genel duruş belli şartlarda ve dönemlerde belli üslüplara bürünmesini ve belli sözleri sarfetmesini beraberinde getirmiştir. Değişmeyen ve sabit kalan ülküsü ise “halk egemenliği” ve “özgürlük” olmuştur denebilir. Yine kendi sözleriyle aktaracak olursak: “…Ben basit bir adamım, yani ben düşündüklerimi önce milletimin arzusunda, ihtiyaç ve iradesinde görmeyi şart sayan ve bunu gördükten sonra ancak, uygulama ile kendimi yükümlü bulan bir adamım.”[10] Ayrıca, “Cumhuriyeti ve demokrasiyi kurma fikri ve tüm devrimler ta başından beri benim aklımdaydı ancak zamanı geldikçe ve ortam müsade ettikçe her devrimi ve aşamayı adım adım tatbik ettim. Bu yola çıkarken başta benim yanımda olan arkadaşlarım daha önceden belirlemiş olduğum bu aşamalarda ilerledikçe kendi akıl ve zekalarının yettiği noktaya kadar benimle birlikte oldular ve sonra birer birer yanımdam ayrıldılar.” tarzında bir konuşma yapan da yine Atatürk’tür.
Bunlarla birlikte unutmamak gerekir ki 29 ekim 1923 ne Osmanlı açısından mutlak bir son ne de Türkiye Cumhuriyeti açısından mutlak bir başlangıçtır. Prof.Dr. İlber ORTAYLI’nın deyimiyle Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun rejim değiştirmiş halinden başka bir şey değildir. Zira 86 yıllık Cumhuriyetimizin ve bir devletin en temel üç kurumu olan Yargıtay'ın (hukuk) 141. yılını, Genel Kurmay Başkanlığı'nın (ordu) 133. yılını ve de Hazine Müsteşarlığı'nın (maliye) 146. yılını kutluyor olması başka türlü açıklanamaz kanımca.

Konumuza dönecek olursak, Atatürk diktatör müydü? sorusu sıklıkla akla gelen ve dönem dönem de Türkiye’nin gündemine oturan bir tartışmadır. Bu noktada duygusal davranmanın ötesinde iki anektotu sizinle paylaşmak isterim, yorumu yine size bırakıyorum. Bugüne kadar yaptığım okumalarda diktatöryal bir davranış diyebileceğim iki an tespit ettim. Birincisi süresi uzatılmayan Başkomutanlık kanunu için meclis kürsüsünden “Bırakmadım, bırakmıyorum ve bırakmayacağım” sözleriyle biten konuşması. İkincisi ve daha sert olanı da saltanatın kaldırıldığı gün meclis karma komisyonundaki uzayan tartışmalardan sonra söz alıp masanın üzerine çıkarak yaptığı “…Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” sözleri ile biten meşhur konuşmadır. Bunun dışında diktatörlük ile ilgili olarak bir halk toplantısında bir gençten gelen “- Paşam, Senin için diktatör diyorlar. Ne dersin?” sorusuna bakın Atatürk ne cevap vermiş: “- Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın”[11] Diğer bir sözü de çağdaşı olan devlet liderleri Hitler ve Mussolini hakkındaki, “Ben ne yaptım, onlar ne yaptı” Son olarak da “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğum olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben, zoraki ve insafsızca hareket etmek istemem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdiren kimsedir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”[12] sözlerini sizinle paylaşmak isterim. Türban tartışmalarının gündemden inmediği günümüz Türkiye’sinde konuya ilgi duyanları ise diktatör denen Atatürk’ün şapkayı halkına tanıttığı meşhur Kastamonu gezisinden dönerken heyecana kapılan ve kılık kıyafet kanununu yani şapka giymeyi belli ölçüde mecbur bırakan bir kanunu meclisten geçiren milletvekillerine karşı, “Bu iş yasakla, kanunla olmaz” sözlerini sarfettiği ilginç ve pek de “bilinmeyen” konuşmasını okumaya davet ediyorum. Bunların yanında kendisine “Sanki ihtiyacınız varmış gibi, herkesin fikrini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki maksat nedir? Size ne faydası olabilir yani…” şeklindeki bir telkine karşı Atatürk, “Ne düşündüklerini anlamaya çalıştığım kimselerin fikirleri benimki ile aynı ise ala… Fikrim daha çok kuvvet kazanmış olur. Yok, eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel. Fena mı, ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum. Kendimi her iki halde kazançlı addediyorum.”[13] demiştir.

Son bir söz de bize ağlayan, gülen, espiri yapan, üzülen, heyecanlanan ve de zaman zaman çaresizliğe düşen yani insan olan Atatürk’ü gizleyenlere. Belki bunu iyi niyetle yaptınız ama bizim Atatürk’ü tanımamıza onu anlamamıza engel oldunuz ve O’nu bizden uzaklaştırdınız hem madden hem de manen. En zor dönemlerde dahi orduyu siyasetten uzak tutan Atatürk bugüne kadar yaşadığımız askeri darbeler hakkında ne düşünürdü acaba? Peki kütüphanecisinin söylediğine göre okuduğu 5000’e yakın kitap arasında en çok önem verdikleri hangileriydi? Annesinin “mütevazi” mezarlık tasarımını fazla görkemli bulup yanındaki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterine, “Dağdan iki büyük ve uzun taş getirirsin. Birini olduğu gibi temel üzerine tespit ettirir diğerini de baş tarafa diktirirsin. Ve yerini biraz düzelterek: 'Atatürk'ün anası Zübeyde Hanım burada gömülüdür' diye yazdırırsın. Altına da ölüm tarihini koydurursun”[14] diyen Atatürk bugün her şehirde adına yapılan caddeleri, parkları, stadları ve son olarak da Anıtkabiri görse neler söylerdi acaba?

Offf…dedim ya nereden başlasam bilemiyorum. Tamam buldum! En iyisi kafamdaki sorularla başlayayım ben bu yazıya…


Cumhuriyet Gazetesi/Kasım 2002


A.Gökhan RAKICI
Mayıs 2009

Kaynaklar
[1] M.Kemal ATATÜRK, “NUTUK”
[2] Kemal ARIBURNU, “Atatürk’ten Hatıralar”, İnkılap kitabevi, İstanbul, s. 113
[3] Kemal ARIBURNU, “Atatürk’ten Hatıralar”, inkılap kitabevi, İstanbul, s.146-147
[4] Cevdet Kerim İNCEDAYI, “Ulus gazetesi”, 1940
[5] 29 Ekim 1923, Atatürk’ün Fransız muharriri Maurice Pernot’e demeci. Aktaran Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü”, İş Bankası yay., 1992, s.241
[6] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, www.atam.gov.tr
[7] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, www.atam.gov.tr
[8] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, www.atam.gov.tr
[9] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, www.atam.gov.tr
[10] Ahmet Cevdet EMRE, “İki Neslin Tarihi”, 1960, s.339-340. Aktaran Kemal ARIBURNU, “Atatürk’ten Hatıralar”, s.233
[11] Kemal ARIBURNU, “Atatürk’ten Anılar”, İnkılap kitabevi, İstanbul, s.46. Bildiren: Vedat Nedim TÖR
[12] Kemal ARIBURNU, a.g.e., s.56. aktaran Glayds Baker
[13] Celal BAYAR, “ Atatürk’ten Hatıralar”, Sel yayınları, 1955, s.109
[14] Hasan Rıza SOYAK, “Atatürk’ten Hatıralar”, YKY Yayınları

Yorumlar

Elif dedi ki…
Üslubun keyifli ve fikirlerin ilham veriyor.. Ellerine saglık diyorum ve yazında değindiğin, yüzümde minik bir tebessüme neden olan çocukluk askim Voltran'dan bahsetmek istiyorum. Voltran hatirliyorsundur 5 Aslan'dan oluşuyordu. En kötüyü yenmek için herbiri ayrı ayrı özelliklere sahip bes iyi Aslan.. İlk önce ayaklar, sonra - sırasından emin değilim :) - sol kol , ardından sag kol birleşiyor , en son olarak da lider Arslan gövdeyi ve bası oluşturuyordu . Referansımızi Voltran olarak alırsak; "kötüyü " yenmek için, kötüden iyi bir dayak yiyip acımızı çektikten sonra, koşulların gerektirdiği adımları atıp, ikna etmek ve o çılgın ortak bilinci, heyecanı olusturmak adına gerekli sozleri söylemek, ardindan ayaklardan başlayıp , sonra sol ve sagı birlestirip isin basına geçmemiz ve savaşımızı cengaverce, deli bir tutkuyla vermemiz gerekmez mi? Ne dersin.. Evet, Voltran hayali bir çizgi film ama en büyük önderler ve onun arkasında bas koyan milletler tarihin en tanindik hayalcileri değiller miydi?
Selvin AKKUŞ dedi ki…
Valla harika bir yazi olmus Gokhancim!!! Eline saglik...

Bu blogdaki popüler yayınlar

"SİYASAL TEMSİL ve DEMOKRASİ"

"METROBÜSTE "RAHAT" YOLCULUK İÇİN 7 TEMEL İPUCU :)"

"...VE TANRI KADINI YARATTI"