"TARİH NEDİR ?"

"Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır."
M.K.Atatürk

Tarihin klasik tanımlamalarının ötesinde onun içeriğine dair yapılan sorgulamalar aslında benim için bambaşka bir sorular demetinin keşfedilmesi açısından oldukça faydalı oldu.Bugüne kadar “tarih” adı altında okuduğum, araştırdığım ya da yazdığım şeylerin aslında gerçeğin ne kadarını yansıttığını sorgulamak ilk başlarda kafamı oldukça karıştırdı.Öyle ya olayları kişi, yer ve zaman göstererek aktaran daha doğrusu aktardığına inandığım bir bilimden neden şüphe edecektim ki ?.Ama birden aklıma bir hocamın sözü geldi : “En çok doğru bildiğinizden kuşkulanın” ve bugüne kadar neden yapmadığımı düşündüğüm şu soruya kendimce bir cevap vermeye karar verdim : “Tarih nedir ?”
“Tarih nedir ?” sorusunu cevaplamayı denediğimizde, cevabımız bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturur.[1] Bu durum aslında, “ her insanın düşünce yapısını şekillendiren yegane etmen hayatını geçirdiği dönemin hakim olduğu anlayış ve eğilimlerdir ” kuralının değişik bir ifadesi de sayılabilir.Kaldı ki sorunun çok net bir cevap içermiyor olması, soruya verilen bir çok cevabın farklı hatta taban tabana zıtlıklar içeriyor olması, yani soruya cevap verme denemelerinin çok çeşitlilik göstermesi işimi iyice zorlaştırmakta hatta içinden çıkılamaz bir hal almasına neden olmaktadır.
Tarihte Olay :
Tarihte olayın çok önemli bir yer teşkil ettiği su götürmez bir gerçektir ancak bir tarihi olay nasıl oluşur işte karmaşa burada yatmaktadır.Her olayın tarih için bir olay sayılmayacağı gerçeği aslında benim için tarihin kesinliğine vurulacak ilk darbeyi oluşturur.Yığınlarca olayın içinden bazılarını seçip onu tarihin konusu haline getirmek kuşkusuz tarih biliminin olmazsa olmazıdır ancak böyle bir eleme süzgecinin kullanılması tarihi bir anda objektiviteden uzaklaştırır.Olaylar ancak tarihçi onlara başvurunca yani onları tarih olayı olarak seçince bir canlılık kazanırlar.Hangi olayları hangi sıra içinde değinileceği de yine tarihçiye kalmıştır.Belki de tarihçinin en önemli görevlerinden biri de budur.Sayılamayacak kadar çok olan olaylar arasında önemli olanları bulmak ve incelemek için ayırmak, önemsiz saydıklarını elemek.Değerli tarihçimiz Oral Sander herhalde tarihçi çözümlemeden çok, betimleme ile uğraşır derken bunu kastedmişti.[2] Carr’ın bu konuda verdiği örnek gerçekten açıklayıcıdır. “Caesar’ın o küçük çayı, Rubicon’u geçişinin bir tarih olayı olduğuna, kendisince bir takım nedenlere dayanarak, karar veren tarihçidir.Oysa ondan önce ya da sonra milyonlarca başka insanın Rubicon’u geçişi hiç kimseyi ilgilendirmez [3]” ancak biraz önce de belirttiğim üzere bu durum tarihi objektiviteden ister istemez uzaklaştırır.Carr’ın da dediği gibi olayın bir tarihi olay sıfatıyla durumu, bir yorum sorusuna yol açacaktır.[4] Aslında bu durum bir mecburiyetten ileri gelmektedir : Yorumsuz bir tarih olamaz.Tarih açısından yorumun en az olduğu en basit kronolojik bir tespit bile içinde en başından en sonuna kadar bir yorum değeri barındırır.Basit bir örnekle anlatmaya çalışayım:
Bugün sokaktan geçen birine Amerika kıtasınının ne zaman ‘keşfedildiğini’ sorarsanız size -eğer bu sorunun cevabını biliyorsa- bir cevap verecektir. İlk bakışta yorum içermiyormuş gibi görünen bu soru ve cevap aynı soruyu bir kızılderiliye sorduğumuzda başka bir boyuta kayacaktır. Kızılderilinin vereceği cevap heralde bir ‘keşiften’ ziyade bir ‘işgal’ ögesini içerisinde barındıracaktır.Öyle ya doğduğundan beri üzerinde yaşadığı bir yeri neden keşfetmiş olsun ki?. Olan şey beyaz adamların gelip topraklarını işgal etmesinden başka ne olabilir ki?
Günümüzde yaygın olan bir anlayış Ortaçağ dünyasının sofu olduğuna ilişkin bir anlayıştır.Bu güne kadar bu tespite karşı çıkan bir yorumla karşılaşmadım. [5] Carr bu yaklaşımın doğruluğunun sorgulanmasının imkansız olduğunu iddia eder. Çünkü ortaçağ ile ilgili olarak bilinen olayların neredeyse hepsi buna inanan başka kişilerinde inanmasını isteyenlerce bizim için önceden seçilmiştir ve belki de içlerinde tersine kanıtlar bulabileceğimiz olaylar kütlesi geri getirilmeyecek bir biçimde kaybolmuştur.Gerçekten de biraz düşünecek olursak Carr’ın bu iddiası hiç de yabana atılacak gibi görünmüyor.Carr’ın aynı doğrultuda bir diğer iddiası da tarihi belgeler üzerinedir.Carr bir olayın bir belge içinde bulunmasının o olayın belgedeki gibi olduğuna inanılması yaklaşımını eleştirir.Ona göre belge bize o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiği ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkalarının onun neyi düşündüğünün sanmaları istediğinden ya da hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla bir şey söylemez[6].Bu iddiasında Carr’a hak vermemek imkansız gibi görünüyor.Belgelerin de en nihayetinde bir yazıcısının olması ona bir yorum unsuru kattığı gibi bir de bu yazıcının bir çok şekilde denetlenmesi olasılığı belgelerin gerçeği ne kadar yansıttığı konusundaki ciddi şüpheleri bir o kadar daha arttırır.
Yorumsuz tarihin olamayacağına değindikten sonra tarihin bir diğer özelliğine geçebiliriz.Carr bu özelliğin daha bildik olduğunu öne sürer: Tarihçinin incelediği insanların zihniyetleri, eylemlerinin gerisindeki düşüncelerini, hayalgücü yolu ile anlaması gereği[7].Bir örnekle açıklayacak olursak, 30 yıl savaşlarına dair görece günümüz tarihçilerinden olan J.Burckhardt sözleri : “ İster katolik olsun ister protestan ruhi kurtuluşu ulusun bütünlüğünün üstünde görmek, bir din için rezilce bir şeydir.[8]” Vatanı uğruna adam öldürmeyi doğru ve övgüye değer fakat dini uğruna öldürmeyi kötü ve yanlış bulan bir anlayışla yetiştirilmiş olan tarihçiler için 30 yıl savaşlarında çarpışmış birinin ruh haline nüfuz etmek fazlasıyla zordu[9].Bu durum aslında yazımın başında belirttiğim insanın içinde yaşadığı dönemin anlayışından soyut kalamayacağı olgusuna zannedersem paralellik göstermektedir.Tam da bu noktada aslında tarihin bir diğer özelliğine daha doğrusu bir diğer çelişkisine gelmiş bulunuyoruz.Tarihçi geçmişi ancak yaşadığı dönem açısından, geçmişi anlayışını yaşadığı dönemin gözleriyle oluşturabilir.Tarihçi de sonuçta bir insandır ve ister istemez yaşadığı dönemin koşulları altında bazı fikirlere, yaklaşımlara, önyargılara hatta ideolojilere sahiptir.Yaptığı her ne kadar bilimsel bir iddia taşısa da sosyal bilimlerin yapısı gereği tarihçi bu etkenlerin sınırları içinde kalmaktan kendini tam anlamıyla kurtaramayacaktır.Carr’ın da belirttiği üzere tarihçi geçmişin değil bugünün insanıdır[10].Bu bağlamda aslında geçmişe bugünün gözlerinden bakması kadar doğal da bir şey olamaz, asıl doğal olmayan ise bir tarihçinin bunu reddetmeye çalışmasıdır.Bu durum bir bakıma nesnel tarihin olamayacağı gerçeğini tekrar kanıtlamaktadır.
Tarihçinin yazgısı insan doğasının bir yansıyışıdır.İnsan belki ilk çocukluğu ve yaşlılığının sonu dışında, çevresiyle büsbütün ilişki ve koşulsuz olarak onun etkisi altında değildir.Öte yandan hiçbir zaman da çevresinden tümüyle bağımsız ve onun kayıtsız şartsız efendisi de değildir.Carr’a göre insanın çevresiyle olan ilişkisi tarihçinin konusuyla olan ilişkisidir. Tarihçi olayların ne aciz bir kölesi ne de zalim bir efendisidir.Tarihçiyle olayları arasındaki ilişki bir eşitlik, bir alışveriş ilişkisidirTarihçi diğer taraftan aralıksız bir biçimde olayların yorumuna, yorumunu da olaylarına göre kalıplandırma süreci içindedir.Tarihçi bugünün bir parçası ve olaylarsa geçmişe ait olduklarından, bu karşılıklı etkileşim, aynı zamanda bugün ile geçmiş arasında karşılıklılığı işin içine katar.Carr sözünü kendi tarih tanımını yaparak noktalar : “Tarihçi ile olaylar arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog.” [11]. Buradan hareketle tarihi, geçmişin ışığında bugünü anlama ve de geleceği görebilme çabası olarak nitelemek çok da yanlış olmaz kanısındayım.

A.Gökhan RAKICI
Ekim 2003

Kaynaklar
[1] E.H.Carr, “Tarih nedir ?”, İletişim yay., 2002, İstanbul, s.10-11
[2] Oral Sander, “Siyasi Tarih / ilkçağlardan 1918’e” , Nisan 2002, İstanbul, s.20
[3] E.H.Carr, a.g.e., s.14
[4] E.H.Carr, a.g.e., s.15
[5] E.H.Carr, a.g.e., s.17
[6] E.H.Carr, a.g.e., s.19
[7] E.H.Carr, a.g.e., s.28
[8] J.Burckhardt, “Judgements on history and historians”, 1959, s.179.Aktaran E.H.Carr, a.g.e., s.28
[9] E.H.Carr, a.g.e., s.28
[10] E.H.Carr, a.g.e., s.30
[11] E.H.Carr, a.g.e., s.34-35

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"SİYASAL TEMSİL ve DEMOKRASİ"

"...VE TANRI KADINI YARATTI"

"METROBÜSTE "RAHAT" YOLCULUK İÇİN 7 TEMEL İPUCU :)"