"AB vs. ABD: TRANSATLANTİK İLİŞKİLERE ALTERNATİF BİR BAKIŞ"
Soğuk savaşın belki de en temel özelliklerinden birisi ABD ve Avrupa arasındaki mevcut ya da olası problemleri geri plana itmiş olmasıydı. Soğuk savaş dönemi boyunca Batı bloku açısından düşmanın hem tek hem de çok belirgin oluşu bir çok ön kabulü de beraberinde getirdi şüphesiz. Gerek siyasi gerekse de ekonomik konulardaki potansiyel ABD-Avrupa çatışmaları da böylece engellenmiş, deyim yerindeyse ABD-Avrupa ilişkileri soğuk savaş dönemi boyunca derin bir uykuya yatmış oldu. Ancak önce Berlin duvarının yıkılması ve ardından bir çorap söküğü gibi gelen Sovyet Rusya’nın dağılışı ve soğuk savaşın bitişi kısa bir şaşkınlığın ardından hem ABD hem de Avrupa açısından bir uyanışın da tetikleyicisi oldu. ABD açısından dünya üzerindeki tek süper güç olarak kalmak hem çok avantajlı hem de bir açıdandan oldukça sakıncalı bir durum ortaya çıkardı. Sovyet tehditi karşısında güvenlik kaygısı içerisinde olan bir çok ülke, Türkiye dahil, dış politikasını ABD’ye yaslamış ve deyim yerindeyse en ufak bir dış politika hamlesi için bile ABD’den onay alır hale gelmişti. Bu ABD için kuşkusuz oldukça avantajlı bir pozisyondu. Bütün bir Batı blokunun tek hamisi olmak ve kendi dış politikasını ve doğal olarak ulusal çıkarlarını tüm diğer Batı bloku devletleri ile eklemleştirmek tarif edilemez bir avantajdı. Ancak soğuk savaşın bitimi beraberinde önceki dönemin aksine tek boyutlu değil çok boyutlu bir dış politikayı ve karmaşık çıkar ilişkilerini getirince Batı blokundaki devletler tıpkı Sovyet blokunun dağılışında olduğu gibi tek tek ABD güdümünden çıkmaya ve hatta ona karşı politika üretmeye başladılar, bu da bir dezavantajdı şüphesiz. Bugün Irak’ta yaşananlar belki de bunun en somut örneği, her ne kadar Batı blokunun bir üyesi olarak görülmese bile soğuk savaş dönemi boyunca ABD ile ilişkileri olan Saddam Hüseyin soğuk savaş sonrasında ABD ile uyuşmazlığa düşmüş ve bugün itibariyle yaşanan iki savaşın ardından alaşağı edilmiştir. Öte yandan Irak’ın durumunun ne olacağı ise cevap bekleyen bir soru haline gelmiştir. ABD açısından avantajlı olan bir diğer durum ise şüphesiz soğuk savaş dönemi boyunca bütün bir Batı bloku “için” inşaa ettiği o devasa ordusunu şimdi sadece kendi çıkarları için kullanabilecek olmasıdır. Ordusunun da ötesinde dünyanın en stratejik bölgelerinde elde ettiği onlarca üs bütün bir dünyayı ABD egemenliği altına sokmuştur. Bugün belki de bu avantajın sarhoşluğu ile ABD BM’yi dahi yok sayacak bir derecede saldırgan bir dış politika izleyebilmektedir.
Avrupa açısından ise herhalde söylenebilecek olan en önemli değişim AET’den AB’ye geçiş oldu. Maastricht antlaşmasının imzalanışında soğuk savaşın belirleyici olduğu aşikar. Avrupa artık ekonomik bir birlik ya da diğer bir ifadeyle ‘tek pazar’ olma ülküsünden bir adım daha ileri gitmiş ve artık siyasi bir birlik hatta bir federal devlet olmanın ilk adımını bu antlaşmayla atmıştır. Bu durum beraberinde de şüphesiz yeni yaklaşımları, yeni politikaları ve doğal olarak da yeni sorunları getirmiştir. Çünkü yeni politika demek bir açıdan da ABD ile yeni bir ilişki biçimi kurmak demektir. Deyim yerindeyse pandora kutusu da böylece açılmaktadır. AB açısından en temel handikap ve bugün de belki ABD ile en çok tartışılan ve uyumsuzluğa neden olan konu şüphesiz AB’nin yeni güvenlik politikası anlayışı olmuştur. Aslında AB bir güvenlik anlayışı inşaa etmek zorunda kalmıştır. Önce Yugoslavya’nın kanlı bir şekilde dağılışına ve sonra da Kosova savaşına seyirci kalmak zorunda kalan AB, askeri kabiliyetin ne demek olduğunu çok acı bir şekilde öğrenmiş oldu. Çünkü, biraz evvel belirttiğim üzere soğuk savaş dönemi boyunca tüm bir Batı blokunun güvenliği adeta ABD’nin güdümüne bırakılmış alternatif güvenlik politikalarına ya da argümanlarına gerek dahi duyulmamıştı. AB’nin bu boşluğu, “AB kendi savunmasını kendisi üstlenmelidir.” şiarıyla doldurmak istemesi Atlantik ötesinden de çatlak sesler gelmesine neden olmaktadır. AB’nin yeni bir güvenlik poltikası inşaa etmek istemesi ABD tarafından kuşkuyla karşılanmıştır ve bir adım ileriye gidilerek AB’nin kendi ordusunu kurmak istemesi ABD tarafından ciddi bir tepkiye neden olmaktadır. Yine demin belirttiğim üzere soğuk savaşın ABD’ye verdiği önemli avantajı ABD elinden kaçırmak istememektedir. AB’nin kendi kontrolunden çıkmasını istemeyen ve bu nedenle AB’nin bağımsız bir orduya gereksinim duymadığını bunu Nato’nun yapabileceğini dile getiren ABD’li yetkililere karşılık AB’nin önde gelenleri böyle bir durumun bağımsız bir dış politika oluşturmak açısından oldukça sakıncalı olduğunu dile getirmekte ve yeni yaklaşımlar oluşturmaya çalışmaktadırlar. Öte yandan, aslına bakacak olursak AB’nin böyle bağımsız bir ordu oluşturması fikri ABD’nin karşı çıkmasından önce kendi içinde de kimi çelişkileri içermektedir. Öncelikle oldukça masraflı olan askeri harcamalar karşınıda AB devletlerinin savunma harcamalarını giderek kısma eğiliminde olmaları en temel handikaptır. Bunun da ötesinde oluşturulacak ordunun harekat yapma kapasitesi de oldukça önemlidir. Soğuk savaş dönemi boyunca deyim yerindeyse ilmek ilmek dokunan Nato askeri kapasitesi müthiş bir “know-how”ı da beraberinde getirmiştir. Kurulacak AB ordusunun böyle bir bilgi ve deneyimden mahrum olması oldukça önemli bir sorundur. Öte yandan hem AB hem de Nato üyesi olan Avrupa ülkeleri gelecekte olası bir ikilemin de içine düşeceklerdir. Bağımsız bir AB ordusu olası bir Nato’dan çekilişi de beraberinde getireceğinden bir kriz yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, AB’nin özellikle son yıllarda ortaya çıkan yeni genişleme stratejisine karşılık Nato da bir genişleme eğilimi içerisine girmiştir. Mayıs 2004 itibariyle AB 10, Nato ise 7 yeni üyeye kavuşmuştur. ABD ve AB açısından bu genişleme her ne kadar ortak bir hareket olarak gibi lanse edilse de alttan alta bir yarış olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. Soğuk savaşın bu iki kardeşi bugün halen kardeştir ancak eski dönemin aksine dünya tahtına oturmak isteyen iki şehzade imajı çizmektedirler. Özellikle 11 Eylül sonrasında iyice saldırgan hale gelen ABD dış politikası AB’yi dahi tedirgin etmektedir. Son Irak müdahalesinde başta Fransa ve Almanya’dan çok ciddi tepki gören ABD bu iki devleti ‘yaşlı Avrupa’ olarak suçlamış ve eleştirmiştir. Sadece bu durum bile ilerleyen dönemde bir çok konuda ABD ile Avrupa arasında oluşacak anlaşmazlıkların bir habercisi olarak görülebilir. Enerji açısından düşünecek olursak AB’nin ABD’ye nazaran çok daha dışa bağımlı olması da bir diğer politika farklılaşmasına neden olmaktadır. Ortadoğu ve Kafkasya petrollerine yakın olan ve bu enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan AB’nin, ABD’nin bölgeye olan müdahalesinden rahatsız olmasının bir diğer nedeni olarak görülebilir. Bu noktada Türkiye’nin ortaya çıkan önemi AB açısından yıllardır ABD ile sıkı ilişkiler içerisinde olan bir ülkeyi elinden kaçırmama gereksinimini de doğurmaktadır. ABD her ne kadar Türkiye’nin AB üyeliğine yeşil ışık yaksa da bu politikanın ardında başka ince hesapların olduğu muhakkaktır. Öte yandan, Türkiye AB ilişkilerinde temel belirleyici olan Kıbrıs konusunda bugün gelinen durum AB açısından yeni açılımları mecburi kılmaktadır. Türk tarafının Annan Planı’na evet demesine rağmen bir uzlaşmaya varılamamış olması bunun en önemli nedenidir. Son gelişmelere rağmen beklentileri karşılanmamış ve aralıkta AB’ye tam üyelik konusunda net bir cevap alamamış, Ortadoğu ve Kafkasya petrollerine son derece yakın olan bir Türkiye AB açısından bir kayıp, ABD açısından ise bir kazanç olacaktır. Herhalde bugün Brüksel’de kapalı kapılar ardında en çok tartışılan konulardan bir de budur, kim bilir ?
Özetleyecek olursak soğuk savaşın bitişi ABD-Avrupa ilişkileri açısından en önemli kırılma noktası olmuş elli yıla yakın bir süredir dondurulan uyumsuzluklar bugün yeniden çözülmeye başlamıştır. Öte yandan 11 Eylül olayları da bir diğer önemli kırılma noktası olmuştur denebilir. Uluslararası terörün bir tokat gibi ABD’ye çarpmasının ardından ABD’nin çok sert bir atağa geçmesi zaman içerisinde ortaya çıkacak ABD-Avrupa uyumsuzluklarını bir anda gün ışığına çıkarmıştır. ABD soğuk savaş döneminde olduğu gibi soğuk savaş sonrası dönemde de Avrupa’nın kendisiyle tam uyum içerisinde olmasını istemekte, Avrupalı devletler ise deyim yerindeyse bu ‘deli gömleğini’ üzerlerinden atmak istemektedirler. Ancak bunu yapabilecek askeri ve ekonomik kapasiteden uzak oluşları en azından bir süre daha zoraki bir ittifakı gerektirmektedir. Her ne kadar son Nato zirvesinde Avrupa-Amerika arasındaki uyumsuzlukların giderilmesi yönünde diyalog sürecinin kapılarının açıldığı dile getirilmiş olsa da Avrupa-Atlantik ötesi ilişkilerin o eski toz pembe günleri arayacağı ortada.
Avrupa açısından ise herhalde söylenebilecek olan en önemli değişim AET’den AB’ye geçiş oldu. Maastricht antlaşmasının imzalanışında soğuk savaşın belirleyici olduğu aşikar. Avrupa artık ekonomik bir birlik ya da diğer bir ifadeyle ‘tek pazar’ olma ülküsünden bir adım daha ileri gitmiş ve artık siyasi bir birlik hatta bir federal devlet olmanın ilk adımını bu antlaşmayla atmıştır. Bu durum beraberinde de şüphesiz yeni yaklaşımları, yeni politikaları ve doğal olarak da yeni sorunları getirmiştir. Çünkü yeni politika demek bir açıdan da ABD ile yeni bir ilişki biçimi kurmak demektir. Deyim yerindeyse pandora kutusu da böylece açılmaktadır. AB açısından en temel handikap ve bugün de belki ABD ile en çok tartışılan ve uyumsuzluğa neden olan konu şüphesiz AB’nin yeni güvenlik politikası anlayışı olmuştur. Aslında AB bir güvenlik anlayışı inşaa etmek zorunda kalmıştır. Önce Yugoslavya’nın kanlı bir şekilde dağılışına ve sonra da Kosova savaşına seyirci kalmak zorunda kalan AB, askeri kabiliyetin ne demek olduğunu çok acı bir şekilde öğrenmiş oldu. Çünkü, biraz evvel belirttiğim üzere soğuk savaş dönemi boyunca tüm bir Batı blokunun güvenliği adeta ABD’nin güdümüne bırakılmış alternatif güvenlik politikalarına ya da argümanlarına gerek dahi duyulmamıştı. AB’nin bu boşluğu, “AB kendi savunmasını kendisi üstlenmelidir.” şiarıyla doldurmak istemesi Atlantik ötesinden de çatlak sesler gelmesine neden olmaktadır. AB’nin yeni bir güvenlik poltikası inşaa etmek istemesi ABD tarafından kuşkuyla karşılanmıştır ve bir adım ileriye gidilerek AB’nin kendi ordusunu kurmak istemesi ABD tarafından ciddi bir tepkiye neden olmaktadır. Yine demin belirttiğim üzere soğuk savaşın ABD’ye verdiği önemli avantajı ABD elinden kaçırmak istememektedir. AB’nin kendi kontrolunden çıkmasını istemeyen ve bu nedenle AB’nin bağımsız bir orduya gereksinim duymadığını bunu Nato’nun yapabileceğini dile getiren ABD’li yetkililere karşılık AB’nin önde gelenleri böyle bir durumun bağımsız bir dış politika oluşturmak açısından oldukça sakıncalı olduğunu dile getirmekte ve yeni yaklaşımlar oluşturmaya çalışmaktadırlar. Öte yandan, aslına bakacak olursak AB’nin böyle bağımsız bir ordu oluşturması fikri ABD’nin karşı çıkmasından önce kendi içinde de kimi çelişkileri içermektedir. Öncelikle oldukça masraflı olan askeri harcamalar karşınıda AB devletlerinin savunma harcamalarını giderek kısma eğiliminde olmaları en temel handikaptır. Bunun da ötesinde oluşturulacak ordunun harekat yapma kapasitesi de oldukça önemlidir. Soğuk savaş dönemi boyunca deyim yerindeyse ilmek ilmek dokunan Nato askeri kapasitesi müthiş bir “know-how”ı da beraberinde getirmiştir. Kurulacak AB ordusunun böyle bir bilgi ve deneyimden mahrum olması oldukça önemli bir sorundur. Öte yandan hem AB hem de Nato üyesi olan Avrupa ülkeleri gelecekte olası bir ikilemin de içine düşeceklerdir. Bağımsız bir AB ordusu olası bir Nato’dan çekilişi de beraberinde getireceğinden bir kriz yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, AB’nin özellikle son yıllarda ortaya çıkan yeni genişleme stratejisine karşılık Nato da bir genişleme eğilimi içerisine girmiştir. Mayıs 2004 itibariyle AB 10, Nato ise 7 yeni üyeye kavuşmuştur. ABD ve AB açısından bu genişleme her ne kadar ortak bir hareket olarak gibi lanse edilse de alttan alta bir yarış olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. Soğuk savaşın bu iki kardeşi bugün halen kardeştir ancak eski dönemin aksine dünya tahtına oturmak isteyen iki şehzade imajı çizmektedirler. Özellikle 11 Eylül sonrasında iyice saldırgan hale gelen ABD dış politikası AB’yi dahi tedirgin etmektedir. Son Irak müdahalesinde başta Fransa ve Almanya’dan çok ciddi tepki gören ABD bu iki devleti ‘yaşlı Avrupa’ olarak suçlamış ve eleştirmiştir. Sadece bu durum bile ilerleyen dönemde bir çok konuda ABD ile Avrupa arasında oluşacak anlaşmazlıkların bir habercisi olarak görülebilir. Enerji açısından düşünecek olursak AB’nin ABD’ye nazaran çok daha dışa bağımlı olması da bir diğer politika farklılaşmasına neden olmaktadır. Ortadoğu ve Kafkasya petrollerine yakın olan ve bu enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan AB’nin, ABD’nin bölgeye olan müdahalesinden rahatsız olmasının bir diğer nedeni olarak görülebilir. Bu noktada Türkiye’nin ortaya çıkan önemi AB açısından yıllardır ABD ile sıkı ilişkiler içerisinde olan bir ülkeyi elinden kaçırmama gereksinimini de doğurmaktadır. ABD her ne kadar Türkiye’nin AB üyeliğine yeşil ışık yaksa da bu politikanın ardında başka ince hesapların olduğu muhakkaktır. Öte yandan, Türkiye AB ilişkilerinde temel belirleyici olan Kıbrıs konusunda bugün gelinen durum AB açısından yeni açılımları mecburi kılmaktadır. Türk tarafının Annan Planı’na evet demesine rağmen bir uzlaşmaya varılamamış olması bunun en önemli nedenidir. Son gelişmelere rağmen beklentileri karşılanmamış ve aralıkta AB’ye tam üyelik konusunda net bir cevap alamamış, Ortadoğu ve Kafkasya petrollerine son derece yakın olan bir Türkiye AB açısından bir kayıp, ABD açısından ise bir kazanç olacaktır. Herhalde bugün Brüksel’de kapalı kapılar ardında en çok tartışılan konulardan bir de budur, kim bilir ?
Özetleyecek olursak soğuk savaşın bitişi ABD-Avrupa ilişkileri açısından en önemli kırılma noktası olmuş elli yıla yakın bir süredir dondurulan uyumsuzluklar bugün yeniden çözülmeye başlamıştır. Öte yandan 11 Eylül olayları da bir diğer önemli kırılma noktası olmuştur denebilir. Uluslararası terörün bir tokat gibi ABD’ye çarpmasının ardından ABD’nin çok sert bir atağa geçmesi zaman içerisinde ortaya çıkacak ABD-Avrupa uyumsuzluklarını bir anda gün ışığına çıkarmıştır. ABD soğuk savaş döneminde olduğu gibi soğuk savaş sonrası dönemde de Avrupa’nın kendisiyle tam uyum içerisinde olmasını istemekte, Avrupalı devletler ise deyim yerindeyse bu ‘deli gömleğini’ üzerlerinden atmak istemektedirler. Ancak bunu yapabilecek askeri ve ekonomik kapasiteden uzak oluşları en azından bir süre daha zoraki bir ittifakı gerektirmektedir. Her ne kadar son Nato zirvesinde Avrupa-Amerika arasındaki uyumsuzlukların giderilmesi yönünde diyalog sürecinin kapılarının açıldığı dile getirilmiş olsa da Avrupa-Atlantik ötesi ilişkilerin o eski toz pembe günleri arayacağı ortada.
A.Gökhan RAKICI
Temmuz 2004
Yorumlar
Soğuk Savaş Dönemi Konu Anlatımı ve Soru Çözümü